ŞAPKANIN GÖLGESİNDE KAYBOLAN KADIN
Bazı hikâyeler sessiz başlar; Ne büyük bir gürültüyle, ne de bir devrim havasıyla… kimse duymadan, kimse fark etmeden bir toplumun kaderini değiştirir. Bizim hikâyemiz de böyle bir sessizliğin içinden yükseldi.

Ahmet İpin
-
Son birkaç yıldır aile temellerinin sarsılmasının en büyük nedenlerinden biri, kadına yüklenen yeni ve ağır misyonlardır. Toplum, kadını kendi doğal kimliğinden koparıp “erkek gibi kadın” kalıbına sıkıştırdı. Kadın da zamanla bu dayatmayı sahiplenip erkekle rekabet eden, onun üzerinde üstünlük kurmaya çalışan bir role sürüklendi. Oysa bu değişim, aileyi ayakta tutan o ince dengeleri sessizce çökertti.
Romanlardaki gibi değildi bu hikâye… Birden bire olmadı. Yavaş yavaş, sessizce… Annelerimizin saçına iliştirilmiş bir Avrupa şapkasıyla başladı her şey.
Bir gün, kadınların başına geniş bir Avrupa şapkası konduruldu. Sadece kadınların omzuna, görünmez ama ağır bir şapka: “Sen artık böyle olmalısın.”
O şapka hiç yakışmadı aslında… Ne rengi bu toprağın rengiydi, ne de şekli bu kültürün izlerini taşıyordu. Ama ısrarla giydirildi. Gölge işte o anda düştü.
Eskiden anneler, babaların gözünde bambaşka bir yere sahipti; çünkü anneydi, çünkü kadındı. Şefkatiyle, merhametiyle, yuva kuran eliyle kıymetliydi. Bugünün erkekleri aslında hâlâ aynı şeyi istiyor: Erkek gibi kadın değil, kadın gibi kadın. Evin içinde anne olan, eş olan, kadınlığını koruyan bir figür arıyorlar. Yuvayı yuva yapan o zarafeti, o sıcaklığı, o köklü rolü istiyorlar.
Eskiden bir evin kapısından içeri girince duyulan sıcak bir anne kokusu vardı. Babalar bile o kokunun yanında huzur bulur, saygıyla dururdu. O koku, o kadın, o anne… evin sarsılmaz direğiydi. Kadınlığın en gerçek hâliydi. Çünkü anne, annenin eli, annenin dili… yuvanın kalbini temsil ederdi. Kadın, kadınlığıyla; anne, anneliğiyle; eş, zarafetiyle kıymetliydi. Baba da bu kıymeti bilirdi.
Bir evin direği erkekse, o eve nefes veren kadındı.
Bu denge bozulmadıkça yuva da bozulmazdı.
Sonra zaman başka bir rüzgâr estirdi.
Ama bir gün, kim olduğunu bilmediğimiz eller bu kokuyu değiştirmeye kalktı. Kadına, kadın olmanın ötesinde başka roller biçildi. “Erkek gibi güçlü, erkek gibi sert, erkek gibi iddialı olmalısın” dediler.
“Erkek gibi dur, erkek gibi konuş, erkek gibi yaşa…”
Kadın, kendine ait olmayan gömleği giymeye çalışırken dikişler birer birer patladı.
Kadına erkek rolü, erkeğe de seyirci koltuğu uygun görüldü.
toplumun nezih kadınlarına bambaşka roller biçmeye kalktık. Avrupa kadınının tarzını, davranışını, duruşunu örnek alınacak bir ölçü gibi sunarak kendi kültürümüzü görmezden geldik. O geniş Avrupa şapkası bize hep büyük geliyordu; bunu zamanında anlamadık. Neticede annelerimizi, kadınlarımızı kendi özünden, kendi derinliğinden uzaklaştırdık.
Bir de kazanılan para meselesi çıktı. Kadın kazandıkça erkeğin rolü küçüldü, baba babalığını; anne anneliğini karıştırdı. Rollerin birbirine karışması, evin içindeki o eski armoniyi susturdu.
Kadın para kazandıkça, eve ekmek getirdikçe, toplumun gözünde değer kazanırken erkeğin rolü sessizce törpülendi. Baba, babalık vasfını; anne, anne oluşunun o saf yönünü kaybetmeye başladı.
Roller karıştıkça evin kimyası bozuldu. Anne artık hem anne, hem baba, hem rehber, hem otorite olmak zorunda kaldı. Hangi kimliğe bürüneceğini bilmez hâle geldi. Baba ise evde ağırlığını koyamayan, sözünün hatırı azalan, sessizleşen bir duvara dönüştü.
Bu karışıklık sadece bugünü değil, yarını da etkiledi. Kız çocukları, annelerinin bu karmaşık hâlini izleyerek büyüdü. Bir yanda güçlülük dayatması, diğer yanda kendi öz kadınlığından uzaklaşmış bir anne modeli…
Kadınlar birbirinden etkilenmeye başladı. Güçlü olma yarışı, rol karışıklığını da beraberinde getirdi. Gerçek anne ruhunu taşıyan kadın bile zamanla kendi özünü kaybetti. Çünkü toplum ona, kendi doğasından değil, rekabetten beslenen bir rol biçmişti
Sonuç: İçinde dengesi bozulan bir kuşak.
Ama hikâyenin bir başka yüzü daha vardı…
Aslında pek çok kadın iyi niyetliydi. Evini korumaya çalışan, edebiyle oturan, yuvasını incitmeyen anneler vardı — onlara sözümüz yok.
Fakat bazı kadınlar, bu yeni gücü iyi niyetle taşımadı.
Erkeğin geri çekilişini fırsat bildiler.
Kendi rollerini bir silaha dönüştürdüler.
Kimi kibirle, kimi rekabetle, kimi art niyetle…
Bu art niyet, pek çok yuvanın dağılmasına sebep oldu.
İyi anneler suskun kaldı,
fakat kötü niyetli olanların sesi daha çok çıktı.
Ve toplum bunu “yeni kadının gücü” sandı.
Oysa eskilerin bir sözü vardır:
“Yuvayı dişi kuş yapar.”
Bu söz, kadın iyi olduğu içindi;
kötü olduğunda da yuvayı dağıtan yine o olurdu.
Bunu kimse söylemek istemez ama hakikat burada saklıdır.
Kadınlar birbirinden etkilenmeye başladı.
Gerçek anne ruhu gölgede kaldı.
Kız çocukları, annelerinin bu karmaşasını izleyerek büyüdü; ruhlarında yeni çatlaklar açıldı.
Ve sonunda toplumun dengesi tümden kaydı:
Kadın üstünlük tasladı,
erkek pasifleşti,
roller ters döndü,
yuvalar çatırdadı,
kimya bozuldu.
Biz, kendi toprağımızın kadınını başka diyarlardan gelen bir şapkanın altına koyduk.
O şapka genişti, ağırlıktı, yabancıydı.
Kadın, kendi ışığını bu gölgenin altında kaybetti;
erkek de o gölgenin karanlığına sürüklendi.
Biz, kendi romanımızın kahramanlarını yanlış rollerle sahneye çıkardık.
Şimdi oynanan oyunun yanlış olduğunu fark edince perdeler birer birer düşmeye başladı.
Romanlardaki gibi değildi bu hikâye… Birden bire olmadı. Yavaş yavaş, sessizce… Annelerimizin saçına iliştirilmiş bir Avrupa şapkasıyla başladı her şey. Geniş geliyordu, düşüyordu, oturmuyordu… Ama ısrarla giydirildi. O şapka, bizim kadınımızın başına değil; kültürümüze, ruhumuza büyüktü.
Biz böylece kadınlarımızı kendilerine ait olmayan bir vitrinin içine koyduk. Onları parlatmak isterken, kendi öz ışıklarını kısmış olduk.
Bugün yaşadığımız aile kırılmalarının izleri tam da bu kültürel kopuştan doğuyor. Çünkü biz, kadınların değerini yükseltmek isterken, aslında onları en değerli oldukları yerden — kendi özlerinden — uzaklaştırdık.
Bugünün erkekleri aslında yeni bir şey istemiyor. Hâlâ eski hikâyenin o sıcak kadınını arıyorlar:
Yuvayı kokusuyla güzelleştiren anneyi…
Evin sesini yumuşatan eşi…
Kadınlığını hem gururla hem zarafetle taşıyan o gerçek kadını…
Aile temellerinin sarsılmasının nedeni belki de tam burada gizli: Biz, kendi romanımızın kahramanlarını unuttuk. Kendi kültürümüzün kadınını başka masalların içine koyduk. Oysa bizim hikâyemizin kahramanı, doğduğu toprağın ruhuna göre şekillenir; başka diyarlardan gelen şapka onun başında durmaz……….

