İzmir’in Rengi
Trenin camından dışarı bakarken, 1999’un o ilk sabahındaki İzmir hâlâ gözümün önüne gelir.

Ahmet İpin
-
Güneş yavaşça denizin üzerinden yükseliyor, rayların arasında biriken gece serinliği şehrin sokaklarına sessizce karışıyordu. İçimde tuhaf bir his vardı; sanki uzun zamandır aradığım bir yere, bir limana, bir nefese doğru yaklaşıyordum.
İzmir’e adım atar atmaz beni karşılayan ilk şey, insanların bakışındaki sıcaklıktı. Ne fazla meraklıydılar ne de ilgisiz… Tam ortasında bir yerde, olması gerektiği gibi. Sokaklar yabancı değildi; sanki yıllardır beni tanıyormuş gibi bir telaş, bir düzen, bir yumuşaklık taşıyordu.
Yıllar geçtikçe fark ettim ki İzmir’in toprağında başka bir sihir vardı. Kim gelirse gelsin, kendi rengini kaybetmeden bu şehrin dokusuna karışabiliyordu. Türk’ü, Kürt’ü, Çerkez’i, Abaza’sı, Yahudisi, Hristiyanı… Herkes kendi hikâyesiyle geliyordu buraya ve İzmir, o hikâyelerin ardındaki insanları görmeyi biliyordu.
Bir gün Kemeraltı’nda yürürken, yan yana oturmuş iki yaşlı adam dikkatimi çekmişti. Birinin başında kipası vardı, diğerinin cebinde tespihi. Çaylarını yudumlarken bir mesele üzerine tartışıyorlardı ama tartışmalarında bile bir kardeşlik vardı. “Biz alıştık birbirimize” dedi içlerinden biri, bana dönüp gülümseyerek. “Bu şehirde kimse kimseyi yabancı saymaz.”
Gerçekten de öyleydi.
Bazen metroya bindiğimde, bazen tramvayda denizin kıyısından süzülerek yol alırken, bazen de İZBAN’ın sabah kalabalığında omuz omuza giderken… Her seferinde aynı manzaraya şahit oluyordum: Yüzlerce farklı kültürden, farklı dilden, farklı renkten insan yan yana duruyor, kimse kimseyi rahatsız etmiyor, herkes kendi sessizliğinde ama ortak bir saygının içinde akıyordu. Bir kadının başörtüsünün yanında rengârenk saçlı bir genç duruyor, onların hemen yanında bir turist haritayı çözmeye çalışıyordu. Kimse kimseyi yadırgamıyor, herkes hayatı paylaşmanın doğal ritmine uyuyordu. İzmir’de toplu taşıma bile insana bir ilan kaynağıydı; “Birlikte yaşamak mümkün,” diyordu.
Sokakta sigara içmeyen gençlerin, yaşlılara yer verenların, akşamüstü sahilinde yan yana oturan bambaşka hayatların arasında dolaşırken… İzmir’in görünmeyen bir hukukla yönetildiğini fark ettim: saygı, sükûnet ve özgürlük. Hiç kimse kimseyi rahatsız etmeden ama herkesin birbirine yer açtığı görünmez bir anlaşma…
Zaman geçti, şehir büyüdü, sokaklar değişti, rüzgâr bile farklı esti bazı günler. Ama bir şey hiç değişmedi: İzmir’in insanı kucaklayan hali. Dünyanın dört bir yanından gelenler, tıpkı benim gibi, bu kente bir kez dokununca ruhlarında yer açılıverdi ona.
Şimdi geriye dönüp baktığımda şunu anlıyorum: İzmir yalnızca bir şehir değil. Bir insanın yeniden kendini bulabileceği, özgürce nefes alabileceği, önyargılarını kapının dışında bırakabileceği bir sığınak.
Ben İzmir’e ilk kez 1999’da üniversite yi okumak icin geldim, ama İzmir bana her gelişimde yeniden doğdu. Çünkü İzmir, birbirine hiç benzemez insanların bile kardeşçe yaşamasının mümkün olduğunu fısıldayan o nadir coğrafyalardan biri… Hem Türkiye’nin hem dünyanın en kıymetli renklerinden biri.
Ve ben o rengin içinde kaybolmaktan değil, kendimi bulmaktan hoşlandım.


